Türkiye’de bir avukat dünyanın dev şirketleri arasında yer alan Monsanto’nun ürettiği “glifosat” adlı kimyasal madde içeren tarım ilaçlarının kansere neden olduğu gerekçesiyle yasaklanması için Tarım ve Orman Bakanlığına başvurdu. Başvurusu dikkate alınmayınca da 18. İdare Mahkemesine dava açtı. Mahkeme söz konusu ilacın toplatılması talebini haklı buldu ve bu yönde karar aldı.
O avukat,Türkiye’de 25 yılı aşkın süredir yürüttüğü çevre ve kamu davalarındaki savunmalarından tanıdığı Senih Özay’dı.
Kamu adına, kamuya karşı yürüttüğü mücadele ve davalarla dikkat çekti. Ranta ve özellikle de çevreyi yok eden girişimlere karşı mücadele edenlerin en ön saflarında yer aldı.
Bergama Altın Madeni’nde arkadaşları ile birlikte köylüleri bilinçlendirerek dünya çapında bir “sivil itaatsizlik” hareketi başlattı.
Türkiye ilk kez köylülerin bu kadar kararlı, organize, uzun ve planlı şekilde bir çevre mücadelesine tanık oldu.
Sadece köylüler değil tüm kamuoyu ilk kez altın başta olmak üzere bu madenlerde siyanür kullanıldığını, siyanürün bir çeşit zehir olduğunu ve başta yer altı suları olmak üzere tüm ekolojik sisteminin yok edildiğini öğrendi.
Yıllar süren mücadelenin gönüllü avukatlarının başında geliyordu Senih Özay.
Onlarca dava açıldı. Hukuk mücadelesi yıllarca sürdü. En üst mahkemede davalar kazanıldı.
Özay’ın öncülük ettiği çevreciler ve köylüler hukuk mücadelesini kazandı ama en üst mahkemenin kararına rağmen Bakanlar Kurulu kararı ile “kamu yararı” gerekçe i
Bergama’daki mücadeleyi “İnsanlığın ortak orospusu: altın” adıyla kitaplaştırdı.
Zenginlerin ya da mafyanın avukatlığını yapıp deli paralar kazanabilirdi. Ama öyle yapmadı. Ben, “Kuşların, böceklerin, arıların ve ayrık otlarının avukatıyım” dedi ve çevre davalarını seçti büyük çoğunlukla.
Son günlerde iki önemli hukuk mücadelesi ile yine gündeme damga vurdu.
İzmir’de Hilton gidiyor diye neredeyse ağıtların yakıldığı bir ortamda, kimsenin aklına gelmezsen, “Bir dakika, burada devasa bir kamu kaybı var. İzmirlinin çuvalla parası 33 yıl boyunca yok edilmiş” diyerek tek başına kamu kaybı için yeni bir hukuk mücadelesi başlattı.
Monsanto’ya karşı açtığı davada bir kişinin yürüttüğü bu mücadele ile belki de milyonlarca insan zehir yemekten kurtulacak.
Ünlü oyuncu Gupse Özay’ın da babası olan Senih Özay ile 25 yıllık mücadelesini, amaçlarını ve yaşadıklarını konuştuk.
RÖP: MUSTAFA YILMAZ
Avukat olmaya neden ve nasıl karar verdiniz?
-Babam İzmir’in Salihli ilçesinin Çapaklı Köyü’nde Tarım Kredi Kooperatifi müdürüydü. O köyde ortaokul eğitimi alırken bir kağıda “hakim olacağım” diye yazmıştım. Dayım hakimdi. Onu düşünerek hakim olmayı hayal ettim. Hakim olmak o zamanlar benim için Cumhurbaşkanı olmak gibi bir şeydi. Ama sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine gittiğimde hakimlerin devlet memuru olduğunu gördüm. Maaşları var, bordroları var. Otobüse binip lojmana gidiyorlar. Bana çok durağan geldi. O yüzden avukat olmaya karar verdim.
-Çevreye, doğaya düşkünlüğünüz oradaki köy yaşamından mı geliyor?
Etkisi vardır elbette. Tütün kırmasını, düvenBKR sürmesini, pamuk sulamasını, üzümleri sulamasını bilirim. Ama aslında memur çocuğuyum. Oradaki lojman evimiz köydeki tek iki katlı yapıydı ve o bölgenin en lüks eviydi.
Aslında benim bu işlere yönelişim asıl üniversite yıllarında oldu. Ankara Hukuk Fakültesinde öğrenciyken Deniz Gezmiş ve Mahir Çayanlarla yetiştim. Ancak onlar kadar cesur olamadım. Onların savunduğu değerlerin avukatlığını yaptım. Solcu olmak, merkeze insanı, doğayı, çevreyi koymaktır.
12 Eylül’de solcular yenilip ezilince, kendimize bir yol bulmak zorundaydık. Dünyada gelişen siyaseti izledim. Almanya’da yükselen Yeşiller Partisi vardı. Onlardan etkilendim. Yeşiller Partisi kurucuları arasında yer aldım.
-Türkiye’de çevre ve doğa hareketlerinin gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’dan gelen devlet sistemi var. Bu sistem içinde köylerin başında mavzerli jandarmaların beklemesi anlayışı hakim. İnsanlara korku salan bir durum var. O nedenle köylerde, kasabalarda demokrasinin, hukukun çevre hareketlerinin gelişimi çok yavaş oldu. Bu konudaki ilk örneklerde biri çevreci grupların etkisiyle 1970’li yıllarda Bülent Ecevit’in Adana Yumurtalık’ta Nükleer Santral yapımını ertelemesi oldu. İkincisi İzmir Selçuk’ta Meryem Ana Kilisesi yolundaki ağaçların genişletme çalışmaları nedeniyle kesilmek istenmesi oldu. Caretta Carettaların korunması da onları izledi.
Endüstri aşkı yüzünden; Türkiye’ye göz koyan yurt dışı holdingler, iş adamları, holdingler, çevreyi talan etmeye mecburlar. Çevre sorunları bu anlayışın sonucu. Bunun karşısında da çevre hareketi savunucuları var.
-Sizin ilgilendiğiniz ilk dava hangisi oldu?
Dönemin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur 1990’lı yılların başında İzmir’in Konak Meydanı’nda çok katlı bir alışveriş merkezi yapmayı planlıyordu. Biz, bir grup avukat arkadaşımızla birlikte bu projeye karşı dava açtık. Bu yüzden Çakmur bize “Karafatmalar, hamam böcekleri, yarasalar” dedi. Ben de dava dilekçemizde “Bu hayvanlar kendi adlarının kullanılmasından çok üzgünler. Ben onların da avukatıyım” dedim. Sonuçta davayı kazandık, o proje yapılmadı. Bu kazandığımız ilk çevre davası oldu.
Arkasından İzmir’de Birinci Kordon’da 6 şeritli bir yol yapılması projesi gündeme geldi. İzmir’in tüm güzelliğini bozacak bu projeye karşı çok uğraştık. Grayderlerin önüne yattık. Kordon’u Sit ilan ettirdik. Yapamadılar o yolu.
Bergama Altın Madeni’ne karşı çevre hareketi Türkiye’nin en büyük “sivil itaatsizlik” olayıydı
Sonra Bergama’da altın madeni yapılması için çalışmalar başladı. Bir Renault dolusu avukat Bergama köylülerine gittik. Ancak onlar ilk aşamada, “Çocuklarımızı işe sokacağız. Para kazanacağız” diye heyecanlanıyorlardı. O yüzden ilk zamanlar destek vermediler. O sırada Burhaniye’nin Havran bölgesinde bir altın madeni faaliyete başlamak üzereydi. O köye gittik. Oradakiler bize destek verip, derhal örgütlendiler. Dönemin Balıkesir Milletvekili Melih Pamukçuoğlu, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e giderek istifa etme resti çekti. Sonuçta o projeden vazgeçildi.
Bergama’ya döndüğümüzde durum değişmişti. Dönemin Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın beni 650 köylünün avukatı yaptı. Kendim ile birlikte 651 davacı oldu. Bergama Altın Madeni’nin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) izninin iptali için 9 dava açtık. Hem İdare Mahkemesi hem de Danıştay’da kazandık. Ancak en üst düzey mahkeme kararına rağmen Bakanlar Kurulu kararı ile madenin çalışmasını devam ettirdiler.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gittik. 315 kişiye 3’er bin euroluk tazminat kazandık. Bakanlar Kurulu kararını bizden gizlemişlerdi. Ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne vermişler. Oradan aldık.
Daha sonra Çevre ve Maden Kanunlarını değiştirdiler ve Bergama Altın Madeni mahkeme kararlarına rağmen faaliyetine devam etti. Şu anda Bergama Altın Madeni durmadan yeni havuzlar açılarak, Dikili’ye bağlı köylerde toprak açılarak devam ediyor.
Ama Türkiye’nin en büyük ve en uzun süre devam eden “sivil itaatsizlik” hareketi Bergama’dan başladı. Üstelik bizimle birlikte köylüler en ön saflardaydı. Yıllarca devam etti ve Türkiye’de çevre hareketlerinin önünü açtı.
-Çeşme Belediye Başkanı Ekrem Oran ile neden bozuştunuz?
Çeşme’nin yüzde 55’inin imara açılmasını öngören bir Turizm Bölgesi Planı çalışması var. İmara açılacak bölgeler arasında SİT alanları, tarım ve orman bölgeleri var. Biz Çeşme’nin turizme doyduğunu, o bölgede turizm alanlarının şişirmenin anlamını olmadığını belirterek bu karara karşı dava açtık. Böyle dev projeler toprağın, altına ve üstüne saldırıdır. Ülkeyi yönetmeye çalışan dünyanın büyük şirketlerinin planıdır. Bilimsel inceleme yapmadan burada dev oteller, limanlar, marinalar olmaz. 100 bin kişilik bir yoğunluk olmaz. Çeşme Belediye Başkanı Ekrem Oran ise “Bu projeye karşı çıkmak vatan hainliğidir” gibi bir demeç verdi. Ben de Çeşme Belediye Başkanı Ekrem Oran hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundum.
-Ama sonra Ekrem Oran kızınız Gupse Özay’ın nikahını kıydı. O yüzden mi kızınızın nikahına gitmediniz?
Yok, hayır. O başka, bu başka iş. Onlar kendi aralarında nikah kıymaya karar vermişler. Hiçbir akrabayı çağırmadılar. Daha sonra bize geldiler. Çeşme Belediye Başkanı Ekrem Oran da nikahlarını kıymış. Olay budur.
Biz yanlış gördüğümüz her uygulamaya karşı aynı tavrı gösteriyoruz. Yamanlar’da İzmir Büyükşehir Belediyesinin kentin tüm pisliğini taşıyacağı tesise de karşı çıktık. Bilimsel gerekçelere uygun olmadığını söyledik. Bilirkişi yürütmeyi durdurma kararı aldı.
65 yaş üstü vatandaşların sokağa çıkma yasağına karşı da Anayasa Mahkemesine başvurdum. Anayasa Mahkemesi 40 gün gibi rekor bir sürede davamızı sonuçlandırdı ve davamızı reddetti.
Hilton’da İzmirlinin parası gitti
-Bir de İzmir Hilton Oteli ile ilgili bir çıkışınız oldu? Onun gerekçeleri neydi?
Hilton Oteli’nin 16 Ekim’de kapanması gündeme geldi. Gerekçe olarak da büyük zararlar gösterildi. İzmir Büyükşehir Belediyesinin arazisi üzerinde kurulan ve belediyenin de dörtte bir oranda ortağı olduğu bu şirketin durumunu bazı emekli müfettiş arkadaşlara sordum. O müfettişler bana İzmir Büyükşehir Belediyesinin 33 yıldır buradan tek kuruş gelir almadığını söylediler.
Sayıştay’a, Maliye Bakanlığına, Baro’ya dilekçeler yazdım. “Nasıl olur da İzmir Büyükşehir Belediyesi kentin en güzel ve merkezi yerindeki devasa arazisini verip bu işten bir de borçlu çıkar diye sordum. Böyle bir şey olamaz” dedim. Belediyeye otopark gelirleri bile verilmemiş.
Ben bu işi ABD’ye taşıyacağım. ABD’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi benzeri bir kurum var. Adı da Amerika Kıtası İnsan Hakları Mahkemesi. Bu mahkemeye başvuracağım. Hilton sonuçta ABD ortaklı bir şirket. İzmir’in Hilton şirketinde General Elektriğin bile ortaklığı var. Türkiye’de İzmir’de neler yaptıklarını, bu işlerin nasıl olduğunu dün dünyanın duymasını istiyorum.
Kamunun parasının peşini asla bırakmayacağım. Hilton olayı çok büyüyecek.
-Bir de önceki hafta açıkladığınız Monsanto firmasının “glifosat” adlı kimyasal madde içeren tarım ilaçlarının Türkiye’de yasaklanması ile ilgili kazandığınız bir dava oldu.
Bir ABD vatandaşı Monsanto firmasının ürettiği “glifosat” içeren bu ilacı kullandığı için kanser olduğunu söyleyip dava açtı ve 289 milyon dolar tazminat kazandı.
Bu önemli bir konuydu. Çünkü bu ilaç Türkiye’de de kullanılıyordu. ABD Sağlık Örgütü bu ilacı yasaklamış. Avrupa Sağlık Örgütü ise aksinini söylüyor. Ben ABD Sağlık Örgütü’ne inandım. Birleşmiş Milletlerin, “Bir konuda bilim adamları ikiye bölünmüşse, bir taraf insan sağlığı için zararlı, diğeri zararlı değil diyorsa, zararlı olan esas alınır” şeklinde bir kararı var.
Bu ilaç Türkiye’de de yaygın olarak kullanılıyor. Tarlalardaki ayrık otlarını yok eden bir ilaç. Eskiden köylüler bu otları elleriyle toplardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında insanlar bu ayrık otlarını ekmek yaparak yiyip hayatta kaldılar.
Ben de bizim Tarım ve Orman Bakanlığına bir dilekçe ile başvurdum. Bu ilaca verilen ruhsatın geri alınmasını istedim. Bakanlığın bana 60 gün içinde cevap vermesi gerekiyordu. Ama sustular ve cevap vermediler. Ben de bunun üzerine Ankara 18. İdare Mahkemesine dava açtım. Hacettepe Üniversitesi, onkoloji dernekleri, ziraat mühendisleri odaları, veteriner başta olmak üzere pekçok kurumdan görüş alındıktan sonra mahkeme kararını verdi. Tarım ve Orman Bakanlığının ilacı toplatmama kararını iptal etti.
Şimdi ben Tarım ve Orman Bakanlığına başvurarak mahkeme kararının uygulanmasını isteyeceğim. İlacı toplatmazsa savcılıklara ve Devlet Denetleme Kuruluna başvuracağım. ABD’de insanları kanser eden ilaç Türkiye’de de aynı hastalığa neden olur. O yüzden bir önce yasaklanması gerek. Zaten mahkeme kararı da bu yönde.
-Ünlü sanatçı Gupse Özay sizin kızınız. Kızınız da sizin gibi bir avukat olmasını istediniz mi?
Evet. Gupse’ye “avukat ol” dedim. “Yok baba ben avukat olmayacağım. Tek seçenek olarak sinema televizyonu yazacağım” dedi. “İzmir’de bir okula gidersen sana araba alırım” dedim. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Televizyon Bölümü’ne gitti. Ben de araba aldım. Ama abisi Betal Özay avukat oldu. Gupse de onun yanına İstanbul’a gitti. Gupse, senaryo, reklam şirketinde çalıştı. Daha sonra senarist ve oyuncu oldu.
-Sizin bu büyük şirketlerle, devletle dalaşma işlerinize kızınız nasıl bakıyor?
Bergama’daki altın firmasını zor durumda bırakmak nedeniyle 11 ay hapis cezasına çarptırıldığımda bana şöyle bir mesaj attı: “Devletle dalaşıyorsun, şimdiye kadar devlet seni yakalayamadı. Şimdi yakalamış görünüyor. Bu sende bir gerçeklik duygusu yaratmıyor mu?”
Bu mesajına verecek bir cevap bulamadım.
-Ünlü bir avukatsınız. Ama daha çok “Kuşların, böceklerin, ayrık otlarının avukatıyım” diyorsunuz. Onlar da parayla ödeme yapmadığına göre ekonomik durumunuz nasıl? Hiç “Biraz da yeteneklerimi para kazanmak için kullanayım” demediniz mi?
-Bir doktor arkadaşımdan duymuştum. “Cebinde para tutamama ” gibi bir hastalık varmış. Galiba bende de “Bana çok para lazım değil” hastalığı var. “Havuzlu villalarım, evlerim, çok sayıda arabam olsun” duygusuna bir türlü geçemedim. Şu anda üzerime kayıtlı sadece bir otomobilim var. Ama hiç para kazanmadım da değil. İki çocuğumu da kolejde okutup, üniversite mezunu yapacak kadar kazandım. Yani ihtiyacım kadar para kazandım.
Eşim de benim gibi Çerkez’dir. Evlendiğimizde Peyzaj Mimarlığı ikinci sınıftaydı. Bugüne kadar benim bu para kazanamama durumuma bir şey demedi. Ama böyle yapmasaydım da sanırım “hayır” demezdi.