İki yıl önce.
Yer; Konak Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi.
Dil Derneği 2019 Onur Ödülleri Töreni’ndeyiz…
Önce Okan Yüksel Ustam
seslendi Enver Gökçe ile;
‘’Bugün görüş günümüz
Dost kardeş bir arada,
Telden tele,
Mendil salla el salla,
Merhaba!..’’
**
Ardından ozan Cem Seyhun Ünbay ;
‘’Merhaba!
Ben Türk dili ırgatı, Türk Halkından birisi olarak
buyurdum ki;
‘’Ben Halkım heey! Feleğin sillesini çok yemişim.
Kalem vermemişler elime,
Diyeceklerimi türkülerle demişim…’’
45 yıl önce, Türk Dil Kurumu ‘’Radyo-TV Dil Ödülü’’
kazanan üç programımdan birinde sormuştum;
-Olmayaydı dilimiz/ Nic’e olurdu halimiz?
Ne olacaktı?
‘’Ağzı var, dili yok’’ kalacaktık.
Çün buyurdu Evrim yasaları, ileride insan soyunu
oluşturacak Primat,
arka ayağı üstüne dikeldi.
Serbest kalan ön ayakları, ‘’El’’ olarak evrimleşti.
Onlarla sopa tutabiliyor, taş atabiliyor,
ağaçların daha yüksek dallarından
yemişler koparabiliyorduk.
Dilimiz evrimleşti.
Daha zor sesleri çıkarabilir,
soluğumuzu istediğimiz gibi artiküle edebiliyorduk.
Son tansık(mucize) beynimizde gerçekleşti.
Tüm bedenimizi kaplayabilecek genişlikteki beynimiz,
ceviz kabuğuna benzer kafatası içinde yoğuştu.
El, dil, beyin üçlüsünün evrimleşmesiyle
düşünür karar verir uyguluyor olduk.
Böylece iletişim kurmamız; evde ve
avda çok daha başarılı olmamızı sağladı.
Başlangıçta anlatmak istediğimiz varlık
veya nesnenin çıkardığı sesi öykünüyorduk;
köpek havlıyor, kedi miyavlıyor, at kişniyor,
yılan tıslıyor, su şırıldıyor, uyuyan
şişman adam horluyordu.
Peki ama, ya ses çıkaramayan varlık,
nesne ve duygulara hangi adı verecektik?
Düpedüz uyduracaktık! Öyle de yaptık, iyi de ettik.
Canlı olan dil değişiyor, zenginleşiyordu.
Benim erken gençliğimde bize, Türkçe’de
40 bin kadar sözcük bulunduğu öğretilirdi
Şimdi Türkçe Sözlük’ü açın, sayın!
Üşenirseniz ben söyleyeyim;
Bugün dilimizde 125 bin kadar sözcük ve
bunları tanımlamada
kullanılan 1 milyon 500 bin söz varlığı var.”
Bu zengin ve güzel dille sanat da, bilim de yapılıyor,
tüm duygu ve düşünceler anlatılabiliyor.
Alın size, dillere pelesenk olmuş bir güzellemem:
‘Dağlar kanatlıydı eskiden.
Canları çektiğnde kalkar, diledikleri yere konarlardı.
Dağların böyle kalkıp konması,
Toprak Ana’ya zor geliyordu.
Sonunda Tanrı acıdı da toprağa, dağların kanatlarını kesti.
Dağların kopan kanatları bulut oldu.
Bundandır bulutların dağlara dağlara koşması.’
Bir güzel sözü de, Balasagunlu Yusuf Has Hacip söylemiş;
‘İnsanın süsü yüz, yüzün süsü göz;
Aklın süsü dil, dilin süsü söz.’
Söyledim…’’
Ödül alan Prof.Dr.Şadan Gökovalı’nın “tebliğiydi”
Ünbay’ın
-büyük keyifle- okuduğu!..
(Konuşmayı çok seven Şadan Hoca, geçirdiği rahatsızlık sonucu konuşma güçlüğü çekiyordu. O yüzden Ünbay okumuştu tebliği.
Nâzım Baba Kuvayı Milliye Destanı’nda yazmıştı değil mi;
“Dümende ve baş altlarında insanlar vardı ki
Bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven
insanlardı ki
Sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için
Hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler…)
**
Bir gazeteci,
yazar, ozan, akademisyen,
Radyo programcısı, Mitoloji Uzmanı, Rehberleri Rehberi.
Kısaca bir koltukta bir dünya karpuz taşıyan
Gökovalı Hoca o gün çok mutluydu!..
**
Bu coğrafyanın taşına toprağına tutkun,
ilkeli disiplinli yaratıcı bir entelektüeldi Şadan Hoca!
‘’Manevi Baba’’ bildiği Halikarnas Balıkçısı’nı, “Mitoloji Ana”
Azra Erhat’ı
yaşatandı.
Balıkçı’nın ünlü ‘’Merhaba’’sının da emanetçisiydi!
Ege ve Akdeniz uygarlığının ürettiği değeriydi!
Yazdığı kitaplarla geleceğe iz düşürendi!..
**
Şiir herşeyiydi.
Arşivimde sakladığım bir yazısındandır bu satırlar;
“Şiir, şiirden başka bir şey değildir. Şiir, yazının raksedişidir. Yürümekle dans etmek arasındaki fark neyse, düzyazı ile şiir arasındaki fark odur!
Şiir, yalnızca sözcük kullanılarak ‘Aphrodite heykeli yapma’ işidir.
Aşk çiçeğidir şiir, onu.
Sevmeyenler sevilmeyecektir.
Şiirin sıradanı insanın zevkini okşar ama, mükemmeli, aklı allak bullak eder.
Şiir, Eskimo ozanın ya da nabiga bir Anadolu çobanın, sonsuz evrene bakıp, su katılmamış türkü çığırmasıdır.
Şairim, zifiri karanlıkta gelse, ayak seslerinden tanırım; ne zaman bir halk türküsü duysam, şairliğimden utanırım!..
Şiire şair gerek, ney’e neyzen nasılsa; onu okuyacaklar şairce yaradılsa…
**
‘’Şiir ve Siz’’, 54 yıl önceki ilk kitabıdır.
Gökovalı’nın ezberinde 5000 şiir olduğunu bilir misiniz?
Tam 62 yıldır gazetecilik yaptığını!
Yüzlerce gazetecinin de hocası olduğunu,
**
Şadan Gökovalı’nın
‘’Merhaba’’sıyla kendini tanıtması;
‘’Merhaba!
Ben Şadan Gökovalı…
Sesim ben!
Homeros’tan, Yunus’tan Dede Korkut’tan gelen
Atatürk’ten kalan ses.
Su gibi, akarsu gibi…
Çocuğun gülüşü, derenin akışı kuşun ötüşü çağlayanın dökülüşü gibi,
Dalgaların karayı itişi, yerin sarsılışı, göğün gürleyişi gibi;
Sesim ben!
Susunca nereye gittiği bilinmeyen…
Yüz otuz bin sözcük var dilimde;
Hepsi yitse,
Tek bir sözcük kalacak gökkubbede;
ATATÜRKİYE!’’
**
Anadolu’nun öz kültürünü milyonlara ulaştıran bir
çağdaş bilgeyi…
Öğrencisi olmakla onurlanan Datçalı Gazeteci Sedat Kaya ‘nın tanımıyla “Mitolojiyi şiire çeviren”…
“Homeros’un günümüze ulaşan sesi”ni…
Sorduğu soru bilinmediğinde “öğrenmemişsin” değil, “öğretememişim” diyebilen hoşgörü simgesini…
Cumhuriyet aydınlanmasının namuslu yüreğini…
Şadan Hocamızı yitirdik…
**
82 yıla 82 asır sığdıran bir güzel insan, paslanmaz yürekti Şadan Hocam.
Bu yazı, onun “Sana Doğru” şiirinin son dizeleriyle sonlansın;
“Şadan der:
Senden nasıl bıkarım
Sensiz del’olur, dağa çıkarım
Kavuşamazsam kendimi yakarım
Küllerim sana doğru uzanır”
(Okan Yüksel-Gazeteci Şairler-Ege Kültür Platformu-Sayfa 233)