Koronavirüs (covid-19) salgını insanların yiyeceklerini karşılandığı tarım sektörünün ne kadar stratejik olduğunu ortaya koydu. Türkiye’de ilk covid-19 vakası görüldüğünde ve ilk sokağa çıkma yasağı getirildiğinde, insanlar ilk olarak sağlık ürünleri, temizlik ürünleri ve gıda raflarını boşalttılar. Sağlık ürünleri ile temizlik ürünleri dayanıklı, dolayısıyla depolanmaya uygun oldukları halde, gıdaların raf ömürleri çok daha kısa. Raf ömürleri bitince tüketici yenilerini almak durumunda. Yani gıdada sürekli bir talep bulunuyor. Çünkü günde en az bir kez yemek zorundalar.
Burada hemen tarımsal ürünlerin tarlada/ahırdan-tüketiciye doğru seyahat ettiği gıda tedarik zinciri ile ilgili büyük bir parantez açmak istiyorum.
Doğru bir hamleyle bitkisel ve hayvansal faaliyetlerde bulunan çiftçiler ve gıda sektöründe çalışanlar ile veteriner hekimler sokağa çıkma yasağından muaf tutuluyorlar. Ancak mesleği bitkisel üretim ile hayvan sağlığı dışında hayvansal üretim olan ziraat mühendisleri bu kapsam dışında tutuluyorlar. Halbuki ziraat mühendisleri ve gıda mühendisleri hem verimli üretim hem gıda güvenliği hem de gıda tedarik zincirinin önemli halkaları ve bu meslek gruplarının da sokağa çıkma ile şehirlerarası seyahat yasaklarından muaf tutulmaları gerekiyor.
65 yaş üzerindeki çiftçiler
Yine köylerde ekip-biçme yapanların 55 yaş üstü olduğunu ve 65 yaş üzerinde üretim yapan çok sayıda çiftçi olduğunu düşündüğümüzde gıda tedariki için bunların ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor.
Köyde yaşayıp da ekim-dikim yapanların bu yasaktan muaf tutulmaları gerekiyor. Tarım ve Orman Bakanı Sayın Pakdemirli 26 Mart’ta verdiği bir beyanatta 65 yaş üstü çiftçilere bağ, bahçe ve tarlasında üretimle ilgili iş ve işlemlerini yapabilmeleri için esneklik sağlanması için gerekenin yapılmasını son derece doğru bir yaklaşımla istedi.
Aile çiftçiliği ve covid-19
Dünyadaki tarımın yavaş yavaş büyük şirketlerin eline geçtiği, bu çiftliklerde endüstriyel tarım yapılarak gıda güvenliğinin tehlikeye atıldığı, tarım kesiminin küçük aile işletmeleri kısmının ekonominin dışına çıkarılmaya çalışıldığı düşünen herkes tarafından biliniyor artık.
Tarım topraklarının büyük şirketlerin eline geçmesi yeni değil. Sadece son yıllarda daha fazla ivme kazanan bir durum. Genellikle gelişmemiş ülkelerdeki verimli arazilere göz dikiliyor. Söz konusu ülkelerde yaşayanların fakirliğinden yararlanarak genellikle topraklar kiralanıyor bazen de satın alınıyor. O ülkelerde tarıma uğraşanlar üretici fazdan tüketici fazına geçiyorlar. Yani ellerinde gıda egemenlikleri yok ediliyor.
Endüstriyel tarım, gelenekselden farklı olarak, karı maksimize eden, gıda güvenliğini ikinci plana atan bir tarım şekli. Şimdilerde önlem alınmaya başlanmakla birlikte, yıllarca vahşi sulama ile tuzluluğa, tarımsal ilaçlar ve verim arttırıcı suni gübreler ile çevre kirliliğine yol açıyorlar.
Tarımda “yeşil devrimler” olarak sunulan verimli tohumlar ve GDO’lu bitkiler yöreye, coğrafyaya, havaya, susuzluğa adapte olmuş yerel bitkilerin yerini almaya başladı. Bu da birçok yerel çeşitlerin ortadan kalkmasına neden oldu. Hatta bu uğurda bazı önemli endemik bitkiler bile yok edildi. Eskiden tarımın lokomotifi olan aile çiftlikleri özelleştirme, serbestleştirme ve küreselleşme rüzgârlarının esmeye başladığı zamana kadar iyi-kötü yaşadı. Artık bugünlerde aile çiftliklerine hayat hakkı tanınmıyor. Hâlbuki aile çiftliklerinin ekonomik yönlerinin yanı sıra, sosyal yapıları da bulunuyor. Sosyal yapılar da, kanunların, idari sistemin değişmesiyle değişmiyor.
Bu gerçeği de BM görüyor ve özellikle gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelere aile işletmelerinin devamını tavsiye ediyor. Bunu yaparken de küresel, ulusal ölçekteki aile çiftliklerinin yaşadığı sorunlar konusunda dünyanın dikkatini çekiyor. Yani liberalizmin o meşhur “büyük balık küçük balığı yutar” vecizesinin doğru olmadığının altını çiziyor.
Sonuçta, aile işletmelerinin yaşatılması, dünyanın geleceği açısından son derece önemli. Hele vahşi kapitalizmin sebep olduğu küresel iklim değişikliği ve covid-19 salgını göz önüne alındığında, bu daha da öne çıkıyor.
Ancak dünyanın gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de aile işletmeleri çok dağınık ve güçsüz. Bunların devletin desteği ile kooperatifler, birlikler şeklinde örgütlenmeleri gerekiyor.
Biz söyleyelim de…
Prof. Dr. Harun Raşit Uysal
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi