Balkanlardan evini barkını terk edip gelen mübadil, göçmen, muhacır… Lozan’dan sonra Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş yüzü, ortak acısı, ortak gururu olmuştur her zaman…
Çocukluğum Karşıyaka’da bir Rum evinde geçti; ortasında koca bir erik ağacı yükselen bahçeli bir ev… Yüksek tavanlı, içten merdivenli, alt katı neredeyse yerle bir, tuvaleti dışarda, üst katında uzun koridoru olan, buraya üç tahta panjurlu pencereden ışık yansıyan, keyifli bir mekan…
Dedemden miras…
Kalkandelen’li Şuayip Ağa’nın malikanesi…
Kalkandelen, eski Yugoslavya’da bir Türk şehri… Dedem orada tanınmış bir tüccar… İzmir’de birlikte iş yaptığı ortağının önerisiyle almış bu evi…
Ancak bir gün dahi oturamadığını söylemişti babaannem..
Çocukken anlatmıştı bana:
“Şuayip Ağa dik bir insandı. Kalkandelen’de Türkleri bir arada tutmak için büyük çaba gösterdi. Türk kimliğimizle gurur duyardık. Büyük mücadeleler verdi. Yakıcı değil yapıcı bir insandı. Bu evi aldığından haberim yok… Bir gün işten geldi, ‘Hanım sana bir haberim var, hani İzmir diye bir şehir var ya, Yunanlılardan kurtardığımız, orada bir ev aldım bize… Yaşlandığımızda oraya gider yerleşiriz. Burada çok yoruldum artık… Saldırılar giderek arttı, ata toprağına gitmek şart oldu…” sözleriyle.
***
Şuayip ağa, Kalkandelen‘in (şimdiki Tetova) en zengin insanlarından… Han, hamam, berber dükkanı, değirmenleri var. Hatırı sayılır bir kimlik…
Ancak eşine verdiği müjdeden yaklaşık bir ay sonra hayatını kaybetmiş dedem… Yani İzmir’de aldığı evde hiç oturamamış…
Soğuk algınlığı, zatürre derken o koca adam yıkılmış…
Dedem ölünce, babaannem şaşkın… Ne yapacağını bilmez halde… En büyüğü 13 yaşındaki amcam, 6 çocuğu var…
Biri de Şeref babam… 3 aylık…
Bir gün dedemin ortağı, babaanneme haber iletmiş… “Gel, demiş Şuayip ağaya oturmanın kısmet olmadığı evini gör… Çocukları da yanına al, ben sizi ağırlarım…”
***
1928 yılının bir kış günü çıkmış yola babaannem, çocuklarıyla… Çok zor koşullar altında, günlerce süren yolculuktan sonra İzmir’e ulaşmışlar… Fotoğrafını görmüştüm.
Babaannem, Yugoslavya’daki akrabalarına da tüm mal varlıklarını, tapularını emanet ederek, evin anahtarını da “Nasılsa döneceğim” diyerek yanına alıp çıkmış yola…
İzmir’e gelince de geri dönmek kısmet olmamış…
Sonuçta atalarım, memleketine ilk mübadil döneminde göç eden, malını mülkünü orada bırakan, burada o malların karşılığında hiçbir şey talep etmeyen bir ailenin üyesi…
Şuayip ağanın çocukları…
“Devlet ne derse o olur, önderimiz Atatürk, önce bağımsız Türkiye” diyen, o kültürle yetişen bir kuşak…
***
Babam o evde büyüdü, amcam ve halalarım da… Ben de orada doğup büyüdüm, yani Donanmacı Mahallesi’nde…
Büyüleyici bir atmosferi vardı evin… Çevremizdeki diğer evler de benzer mimariye sahipti. Çünkü mahallemizin çoğu göçmen ailelerinden oluşuyordu, evleri de…
“Biblo gibiydi”, senin anlattığı gibi…
Temiz, yürekli, vatanperver, Avrupa görmüş coşkulu insanlar…
Çok iyi hatırlıyorum, annem ve babaannem akşamları evin merdivenlerine oturur, komşularıyla saatlerce sohbet ederlerdi…
Babam, yıllarca o muhteşem evi korudu… Belediye karar almış, eski evler bir bir yıkılıyordu. O güzel doğal mimari, müteahhitlerin pençesinde birer birer erirken, babam babadan kalma evine dokundurtmadı.
Yıllarca ayak diredi, gelen müteahhitler söyleye söylene çıktı evden… “Amma inatçı adam, neymiş, evini yıktırmayacakmış… Büyük hatırası varmış… Karşıyaka’ya ihanet etmeyi düşünmüyormuş…”
Bunları kulaklarımla duydum, o zaman pek akıl erdiremedim, ‘Karşıyaka’ya ihanet’ lafına… Yıllar sonra bir Karşıyakalı hemşerimin söylediği o ağır ifadeden sonra, tekrar hatırladım…
Evet, Sıtkı Şükürer kardeşim… Babam da dayanamadı, çevreden ve yerel yönetimden öyle bir baskı geldi ki, yıktırmak zorunda kaldı o güzelim evi…
Bir köşede ağlarken gördüm onu… Anılarını yitirmek ağır gelmişti ona…
***
Trablusgarp Savaşı, Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı ve nihayet Lozan.. İzmir’e, 1928’den sonra 1950’li yıllarda da yüzbinlerce göçmen, muhacır geldi, yerleşti. Kimisi tüm varlıklarını orada bırakmak zorunda kaldı. Çünkü Yugoslavya Devlet Başkanı Tito’nun kesin emriydi. “Bu ülkeyi terk eden hiçbir Türk’ün geri dönüşüne izin vermem.”
Ama şiddet, ama haksızlıklar devam ediyordu. Yaşanan onca acı içinde geçen yıllardan sonra bir bölümü kaçtı; şimdiki Kuzey Makedonya’dan, Yunanistan’dan, Bulgaristan’dan ata toprağına geldi…
Bir bölümü de orada yaşamaya devam etti.
Balkanlardan evini barkını terk edip gelen mübadil, göçmen, muhacır… Lozan’dan sonra Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş yüzü, ortak acısı, ortak gururu olmuştur her zaman…
Her birinin yakıcı bir öyküsü vardır… Ben ailemin yaşadığı birini anlatabildim.
Hatırlarsın, “Elveda Rumeli” diye bir dizi vardı. O insanların yaşadığı tüm acılar, haksızlıklar, birebir yaşayanların ağzından ya da onların torunlarının anlatımıyla ekrana gelmişti.
O dizi tarihi bir vesikadır.
Yani Balkanlardan göç edenler, İzmir’in yüreğidir. Yıllarca ata toprağının özlemiyle yanıp tutuşmuş yüzbinlerdir…
Bugün İzmir’in nüfusunun üçte biri…
Ve diyorsun ki, “Mübadeleyle gelenler İzmir’e ihanet etti.”
Hayır, asla… Bilakis, hatıralarını korumaya çalıştılar…
Karşıyaka’yı bilirsin, Girne Caddesi’ni, ardında Nergiz’i…
Buraları hep verimli tarlaydı, belki de dünyanın en lezzetli domatesleri, lahanaları, patlıcanlı burada yetişirdi…
Çok iyi hatırlıyorum, arkadaşlarımla orada çok oynadım. Çoğunun sahibi göçmendi…
Oraları da yeni dünya düzenine kurban ettiler… Direnen olunca zorla yerlerinden ettiler. Karşıyaka Belediyesi’nde o yıllarda hazırlanan 5 yıllık planlarda buralar kentsel mimariye açılmıştı. Bu bölgeyi, yemyeşil Yamanlar’ı, art arda çirkin gecekondular, sevimsiz binalar doldurdu.
Şimdi oturduğum Dedebaşı da, son yıllardaki olumsuz gelişmeden nasibini aldı. Burada yaşayanların yüzde 90’ı göçmendir…
Onlar da 20 yıl öncesine kadar topraklarını korumuş; bahçelerine zarar vermediler, direndiler ama onlar da yenik düştü zamana…
Ve sen diyorsun ki, İzmir’in çirkin kentleşmesinin sorumlusu, mübadeleyle İzmir’e gelenler öyle mi?…
***
Hayır asıl sorumlu, kent yöneticileridir… Oy uğruna Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden İzmir’e akın akın insan taşıyan başkan adaylarıdır…
Bir avuç para için, rant uğruna karar alıp uygulayan, bunu da insanın gözünün içine baka baka yapan bürokratlardır…
O güzelim toprakları, çıkarı için betona dönüştüren kafalardır…
Onlara iyi bak, bak ki aralarında mübadil göremezsin…
Çünkü göçmenler, önce vatanına sahip çıkar, yeşile, doğaya… Çünkü onların hayata savaşmakla geçti, bunun değerini bilemezsin…
***
İkimiz de Karşıyakalıyız… Aynı yaşlardayız. İçimiz yana yana giden güzellikleri bir bir yaşadık. O kent katliamcıları arasında, mübadille İzmir’e gelenler hiç yer bulmadı.
Çünkü onlar Atatürkçüydü… Bağımsız bir ülke armağan eden, yıkılmış bir imparatorluktan Cumhuriyeti kuran Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün hemşehrileriydi…
Onlar ne liderlerine, ne vatanlarına, ne de yaşadıkları topraklara ihanet etmezler…
Eski başkanlardan dünya iyisi Kemal Baysak etti mi, Burhan Özfatura, Ahmet Piriştina etti mi? Onlar da mübadil ailelerin çocukları…
İzmir’in en modern insanlarıdır mübadiller…
Sen de bugün önemli bir mevkidesin… Hem köşe yazarısın, hem ESİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı’sın hem de İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’e danışmanlık yapıyorsun…
Bunlar çok özel görevler…
Değişim geçiren İzmir’in, neredeyse bütün ülkenin yerleşmek için can attığı bir şehrin geleceğinde etkin bir rolün var…
Attığın imzan ve verdiğin öneriler çok önemli…
Bu arada…
Röportajda söylediklerine tepkiler gelince, yaptığın söylemlerin özeleştiri taşıdığını, kentlileri rencide etmek gibi bir düşüncen olmadığını ve özür borcunun doğduğunu söylemişsin…
Olabilir, hata yapmak insana mahsus… Mübadiller aydın insanlardır, affetmesini bilirler…
Ancak bir sorumluluğun var…
Bunun düzeltilmesi, zor bir görevi yerine getirmekle mümkün olacak.
İzmir’in çarpık yapılaşmasına asla izin verme, yeltenen olursa karşı çık, engelle…
İşte o zaman 100 yıl önce İzmir’i mesken tutmuş ve değerlerini korumuş, o aydın yürekli insanlarımızın ruhlarına huzur verirsin…
Unutma, bu bir dost nasihati…
———-
Hürol Dağdelen
hurol90@gmail.com